1900 yılı, bilim tarihinde oldukça çarpıcı bir dönüm noktasıydı ve evren bilgimizin dağınık kalıntıları, zamanın ve mekânın derinliklerine dair birçok yanlış anlama ile doluydu. Bu dönemdeki bilimsel anlayış, Newton fiziğinin hâkimiyeti altındaydı ve Evren’in yapısına dair daha fazla bilgi edinme çabaları, astronomi, fizik ve matematik alanındaki gelişmelere dayanıyordu. Ancak, bu anlayış, yeni başlangıçların ve devrimlerin eşiğindeydi. Birçok bilim insanı, o zamanlar hâlâ gizemini koruyan evrenin doğasına dair teoriler geliştirme aşamasındaydılar.
Örneğin, 1900 yılında astronomlar, Samanyolu Galaksisi’nin yapısına dair temel kavramları hâlâ tartışıyorlardı. 1800’lerin sonunda, William Herschel, Samanyolu’muzun bir elips şeklinde düz bir disk olduğunu önerdi; ancak bu önerinin kesinliği, o dönemde henüz kanıtlanmamıştı. 1900 yılının başlarında, Henrietta Leavitt gibi astronomlar, değişken yıldızların ışık eğrilerini inceleyerek, uzak galaksilerin mesafelerini ölçmek için bu yöntemlerin kullanılabileceğini fark ettiler. İşte burası, o dönemde evren anlayışını değiştirecek kritik bir gelişmeydi. Leavitt’in çalışmaları, 1910’larda Edwin Hubble’ın daha sonra galaksilerin varlığını ve Samanyolu dışında başka galaksilerin bulunduğunu keşfetmesine zemin hazırladı.
Einstein’ın görelilik teorisi, bu dönemde tam olarak gündeme gelmemişti. 1905 yılında Albert Einstein, özel görelilik teorisini geliştirdiğinde, bu olayın önceki fizik anlayışını sarsması kaçınılmazdı. Özel görelilik, zamanın ve mekânın birbiriyle çok yoğun bir ilişkisi olduğuna dair devrim niteliğinde bir anlayış getirdi; bu, geleneksel Newtoncu fiziğin ötesinde bir perspektif sunarak, evrenin dinamiklerini kavramaya yönelik yenilikçi bir yaklaşım geliştirdi. Einstein’ın bu teorisi, zamanın sabit bir ölçü değil, gözlemcinin hareketine bağlı olarak değişken bir olgu olduğunu ortaya koydu. Bu, ayrıca, hızın ışık hızına yaklaştıkça kütlenin arttığını ve zamanın yavaşladığını önermesiyle, fizikçilerin evrenin doğasını anlamalarındaki kalıpları değiştirdi.
1900’lü yılların başlarındaki bir başka önemli kavram, atom teorisi ve atomun yapısına dair bilgilerdir. Özellikle J.J. Thomson’ın 1897 yılında elektronun keşfi, atom teorisine dair önemli bir katkı sağlamıştı. Ancak, o zamanlar atomun yapısı daha tamamen anlaşılmış değildi. Ernest Rutherford, 1909 yılında gerçekleştirdiği altın folyo deneyinde, atomun büyük oranda boşluklardan oluştuğunu ve çekirdeğinin yoğun bir kütleye sahip olduğuna dair fikre katkıda bulundu. Bu dönemde hâlâ tam olarak kimyasal elementlerin atom yapılarının ve atom altı parçacıkların davranışlarının anlaşılması gerektiği düşünülüyordu. Ancak, bu keşifler, atomun temel yapısının anlaşılması için bir temel oluşturdu ve sonraki yıllarda nükleer fiziğin ve kuantum mekaniğinin gelişimine zemin hazırladı.
1900 yılı aynı zamanda kozmoloji alanında da belirsizliklerle doluydu. Evren hakkında hâlâ birçok sorunun bulunduğu ve düz bir evren modeli üzerinde esas alındığı bir dönemdi. O sırada, güneşin ötesinde başka yıldızların varlığına ve galaksilere dair bilgi sınırlıydı. Edwin Hubble’ın çalışmalarına kadar, evrenin genişlemesi fikri insanlar arasında tartışılmamaktaydı. Ama böyle bir genişleme fikri, Antoine de Saint-Exupéry’nin 1939 yılında söylediği gibi, “Bütün yıldızlar birbirine bağlıdır,” düşüncesinin izlerini taşır nitelikteydi. Belki de o dönemde, bugünkü gökbilim anlayışının temellerinin atıldığı, Einstein kadar geleneksel görüşleri zorlayan az sayıda bilim insanından biri George Lemaitre’dir. Lemaitre, 1927’de Big Bang teorisinin temellerini atarak, evrenin oluşturulması ve genişlemesi hakkında devrim niteliğinde bir fikir ortaya koymayı başardı.
Bu dönemde, dünyadaki bilimsel düşüncenin yanında sosyal ve kültürel faktörler de bilimsel gelişmelere önemli etkide bulunuyordu. Özellikle Sanayi Devrimi’nin etkileri, bilimin çeşitli dallarındaki yenilikçi düşüncelerin hız kazanmasını sağladı. Bu sosyal dönüşüm, bilim insanlarından daha fazla veri toplama ve deney yapma isteği uyandırdı. Uygulamalı bilimlerdeki öne çıkan ilerlemeler, su buharından elektrik elde etme çalışmaları, buhar motorlarının geliştirilmesi ve diğer mühendislik inovasyonları ile kenetlenmektedir.
Sonuç olarak, 1900 yılındaki evren bilgimiz, günümüzle kıyaslandığında oldukça sınırlıydı. Ancak, o dönemin büyük bilim insanları, evren hakkında çok daha fazla bilgi edinmek için çabalıyorlardı. Gözlem ve deneysel metodolojilerle daha derinlere inmeye çalıştılar. O dönemden çıkan bulgular, günümüzde evreni anlama konusunda bize önemli bir miras bıraktı. Bizler, bu evrende taş, toprak, yıldız ve galaksiler arasında dolanan birçok hikaye ve soru ile iç içeyiz. Bilim insanları olarak bizlerin görevi, bu hikayelerin ve soruların izini sürmektir. Gelecek nesillere aktaracağımız bilgi birikimleri, o dönemki çabalar sonucunda ortaya çıkacaktır. İşte bu, aslında insanlığın evrene olan sarmalında bir adım daha atma arzusunu temsil etmektedir. 1900 yılında sahip olduğumuz evren bilgisi, bize yıllar içerisinde ne kadar yol katettiğimizin, nesiller boyu süregelen bilimsel merak ve keşif sevgisinin bir yansımasıdır.
Kaynakça:
- Stenger, V. J. (1995). The Unconscious Quantum: Metaphysics in Modern Physics and Cosmology. New York: Prometheus Books.
- Kafatos, M., & Nadeau, R. (1990). The Conscious Universe: The Scientific Truth of Psychic Phenomena. New York: HarperCollins.
- Hubble, E. (1929). A Relation Between Distance and Radial Velocity Among Extra-Galactic Nebulae. Proceedings of the National Academy of Sciences.
- Leavitt, H. S. (1908). The Relation between Period and Magnitude in Bright Variable Stars. Harvard College Observatory Circular.